19 Temmuz 2015 Pazar

Gündüz Çorbacı Gece Meyhaneci





Merhaba sevgili takipçi aday adayım,

Bir sorum olacak sana, kaybetmek ağır mıdır? Kaybetmenin ağırlığı olur mu? Kaybettikçe hafiflemez mi insan? İki tezat kelimenin birbirine bu kadar eşlendiğini gördün mü hiç hayatında? Aklımda deli sorular, beynimden parmak ucuma akarlar, sonra yollarını bulur sana ulaşırlar. Aklımdaki sorular hiç bitmez, aklımda ikimize de hepimize yetecek kadar soru var. Ah takipçi aday adayım, takipçim sevgili dostum fikrimce kaybetmenin kocaman bir ağırlığı olur. Kaybedenler başta anlamaz ağırlığını, fark edemez. Bir insan kaybettiği zaman bir şeyleri önce uyuşur sonra acır ardından bir kağıt kesiği gibi sızlar nihayet yavaşça hissizleşir. Bunları niye mi yazıyorum sana, benim küçük dünyamda, kendi başıma anlamlandırdığım kendimce el yordamıyla edindiğim tecrübelerimin dilime vuran akisleri bunlar. Ve bu tecrübeler benim bünyeme fazlasıyla ağır geliyor hayır kaybetmenin ağırlığı değil, anlıyor olmanın ağırlığı bu kez.

Asıl tuhaf olansa bir sürü şey deyip asıl meseleye gelememek. Aslında diyip diyecek şey çok, alıp karşına oturtacaksın diyeceksin böyle böyle.  Yapılması gereken bu, yapılacak olan bu. Bağıra çağıra, acıta acıta söyleyeceksin her şeyi, ateşin etrafında döneceğine atacaksın kendini ateşe, yanık geçer ama yanmanın korkusu hiçbir zaman geçmez. Yaşayarak, yaşatarak öğrenir insan. Sen bir kere yandın, bir kere daha yanarsın. Nasılsa geçip gidecek.

Ben hayatımdaki çoğu şeyi unutmam, unutamam unutmakta istemem. Bir insanı seversen acısına da katlanırsın, sefasını nasıl sürdüysen cefasını da öyle çekersin. Acınası olan tek şey biliyorsun üzülüyorsun, üzülmekten alıkoyamıyorsun kendini tamam ama bu durumdan kurtulmakta istemiyorsun. En acınası şey bu.

Cemal Süreya'nın bir şiiri var, kıyıda köşede kalmış sadece onu çok sevenlerin bilebileceği bir şiir. O şiirde der ki "hep alçak sesle konuşan biri de vardı ki, kederini soylu kılmak için, yüreğindeki kurşun yarasına aşktandır derdi."  Kim bilir belkide çoğumuz kederimizi soylu kılmak için yüreğimizdeki kurşun yarasına aşktandır diyoruz. Kim bilir belkide aşka ve aşık olmaya dair bildiğimiz tek bir şey yok. Sadece öyle olduğumuza inanıyoruz.

Yazıya başlarken suyun ne yöne doğru akacağını bilemedim, her paragraf başına farklı düşünceler geçti içimden. Anladım ki meğer bende gündüz çorbacı gece meyhaneci olanlardanmışım. Meyhane zamanından derinden sevgilerimle, masamızın şarkısı


5 Temmuz 2015 Pazar

fatma ana çiçeği vs ben



Merhaba sevgili takipçi aday adayım!

Tüm zamanlar, gelmiş geçmiş tüm zamanlar. Nefes alanlar, aldığı nefesin kıymetini bilenler, bilmeyenler, sadece vücudunun yaşama tutunması için nefes alanlar merhaba! Canımın içi Edith Piaf'ın bir şarkısı var sözleri aynen şöyle:

Hayır, hiçbir şeyden üzgün değilim 
Ne bana yapılan iyilikten 
Ne de kötülükten; hepsi aynı şey.

Son birkaç sabahtır böyle Edith Piaf'ın sesine uyanıyorum. Uzun zamandır buralarda yoktum, bahaneler çok, anlatmaya vakit yok. Buralara yazma güdüme engel olamıyorum. Fakat bir yerden sonra insanın kendini kaldırması gerekiyor düştüğü yerden. Vakit bu vakittir dön artık demesi gerekiyor. 

Bazen bazı durumları idrak edebilmemiz, olayın olduğuna inanabilmemiz için birilerini görmemiz gerekir. Bir şeylere şahit olmamız ve onları bir film karesi gibi hafızamızda tutmamız. Yaşarken sanki rüya gibi gelebilir, sanki birazdan uykudan uyanacakmışsın gibi gelebilir. Sakın aldanmayın o duyguya. Ben bir süre önce yaşadım bu duyguyu, yaşadığım yetmiyormuş gibi de yaşattım sanıyorum. Dünyanın en güzel yeri olduğunu düşündüğüm bir yerde, damarlarımda asi kanını taşıdığıma inandığım, büyürken saygı duyarak 'helal olsun'lara sığdırdığım bir kadını, kadınlardan gelen nehirin içinde olduğuna inandığım bir kadını kaybettim. Akrabalık ya da kan ilişkini kastetmiyorum. Sanki sokaktan geçen herhangi birine ya da karakteri yüzüne yansımış birine duyduğum saygıdan, hiç tanımadığım birine üzülüyormuş gibi üzüldüm. Kişileri bağlamdan koparmaktan bahsediyorum. Kişileri yerçekimsiz ortamda değerlendirmekten bahsediyorum. 

Küçüklüğümden beri yer yer farklı evlerde gördüğüm gerçek ismini bilmediğim, annemin Fatma ana çiçeği dediği bir çiçek var. Kurumaz eve hoş koku verir, rengi de böyle güneş sarısıdır.O çiçeği her gördüğümde rengi güneş gibi içimi aydınlatır. Ananemin haberini aldığım zaman aklıma ilk o sarı çiçekler geldi, o güzelim güneş sarısı çiçekler bu kez içimi aydınlatmadı. Olayı dramatize etmek için demiyorum bunları sadece ölüm anında insanın aklına ne gelir diye size biraz açmak istiyorum perdelerimi. Kalanın aklına gelecek ilk söz, yapacağı ilk şey gibi bir şiiri dillendirmeye çalışıyorum. Hani zor durumda kaldığımız zaman sayıklarız ya "artık bitsin, bitsin artık, bu şey her neyse bitsin artık" diye, bitti dedim kendi kendime. Kendisine muhtemelen bu sözcüklerle seslenmiş olan birinin bitişini izledim gibi geldi bana. En gerçek en nihai şeyin bu "bitiş" olduğunu tekrar tekrar kavradım. Tamam.  Ayrıntıları kendime saklamak istiyorum. 

Dünya dönerken geçti gibi gelir insana. Hele bazı kendini bilmezlerde "bakın umurunda bile değil" deme gafletinde bulunur. Dünya dönüyor oyun devam ediyor dostlar. Acılar ilk gün ki gibi kalsa kimse yaşayamazdı bu dünyada. Uzaklaşın başka dünyalara gidin hikayeler toplayıp geri gelin, döndüğünüzde bir yuvanız olsun. Fakat tüm bunları yaparken bir başkasının acısına saygı göstermeyi sakın atlamayın. Bir başkasının acısını sakın küçümsemeyin, yaşamadığınız tadını bilmediğiniz, yabancısı olduğunuz bir duyguya asla dudak bükmeyin. Kimseye 'sen acı çekmiyorsun' demeyin, herkes reklam etmez kendini zira. O değilde yazmaya yazmaya unutmuşum blogspot yollarını... Tüm bunların aksine gösteri devam ediyor, herkes rolünü iyi oynasın! Bir daha ki yazıya kadar sağlıcakla... 

Bir Küçük "Llorona" Hikayesi

Merhaba Sevgili Takipçilerim ve Aday Adaylarım!       Dünya’nın iyi insanlar hatırına döndüğü bu kötü günde herkese, dağlara, taşlara u...